Bir takım su bardağına benzeyen bölük pörçük gülümsememin arkasına sığındım. Koca bir hayatın ortasında düşüncelerle kalakalmanın ağırlığını taşıyabilir miyim diye düşündüm. İnsanlığa verilmiş ilk ceza; bilinç miydi? Düşünebiliyor olmanın bir bedeli vardı. Hissedebiliyor olmanın bir karşılığı.
Amfinin ortasından bir ses tahtaya doğru ilerledi.
“Düşünebiliyor olmak insanoğlunun laneti midir, hocam?”
Bu sözlerde tebeşirle birlikte tahtaya çarpmıştı. Profesör tüm sakinliği ve ağırlığıyla sesin geldiğini düşündüğü yöne döndü. Sese çevrilmiş diğer kafalarda işini kolaylaştırıyordu. Herkesin soruyu neden böylesi bir şaşkınlıkla ve tuhaf karşıladığını kavramaya çalıştı. Matematik dersinde bulunuyor olmalarının felsefi sorunun karşılaştığı abes tepkiyle alakası olabilirdi elbet.
“Bazı kaynaklar öyle olduğunu söyler.” dedi Gözlüklerinin üzerinden cesur öğrencisini süzüyordu. Hangi kaynaklar olduğuna dair bilgi veremeyeceğim şimdi. Çünkü o sırada amfideki herhangi bir öğrenciydim. Bu soruyla birlikte diğer tarafa ayrılmış çoğunluktan biri. Yeniden bu anıya dönmemin makul bir sebebi yok. Ancak yarım kalmış hikayeler tamamlananlardan daima daha fazla hatırlanıyor. Bunu biliyorum.
Hayatıma yansımaları nasıl olmuştur bu anın? Suya kendini tamamen bırakıp sırtüstü yatmaya benzetebilirim. Bunu, düşünerek başaramazsınız. Yapmanız gereken tuzlu suyun bedeninizi kaldıracağına dair tek bir şüphe duymadan ona teslim olabilmektir. Bir de gövdenizin tüm bu akışa doğal bir biçimde uyum sağlaması sayılabilir. Suyun kulaklarınıza doluyor olması sizi korkutmamalıdır. Tıpkı hayatın kulaklarınızdan sızdırmaya çalıştığı kuruntular gibi. Bırakın vesveseler orada kalsın ve siz sadece hayatın göğsünüzü yukarıya doğru kaldırmasına, güneşi size bambaşka bir açıdan göstermesine izin verin. Yoksa düşüncenin ağırlığıyla suyun dibine doğru çekileceksiniz. Avuç içinizde tutmaya çalıştığınız her insanın giderek ağırlaşması gibi zihninizde daha aşağıya gitmenizi sağlayacak tonlarca ağırlıktaki kütlelere dönüşecek. İşte bu düşüncelere geldiğim günlerde o anıya dönüyor ve insanoğluna verilenin bir lanet olup olmadığını sorgulayıp duruyorum. Bu, tohumun dallarının her uzayışı ve benim onları kesme çabam.
Eğer burada olsaydın; sana, modernizmin insanlığın üzerine bir tül gibi örtüldüğünü söylerdim. Göremediğimiz ama varlığını bir şekilde hissedebildiğimiz bir fazlalık. Bazı zamanlar insanlığın lanetinin bu olduğu kanısına da varıyorum. Modernizme ait tüm o makinelerin arasından kafamı uzatıp soruyu soran öğrenciye dönmeme benziyor. Goethe’nin Faust’u neden yazdığını, hikâyenin ilk kez kimin aklına düştüğünü, üzerimize sere serpe uzanan tülü kaldırıp kaldıramayacağımızı merak ediyorum. Ancak omuzlarımız bu kadar çok soruyu kaldıramaz gibi geliyor. Yaşama teslim olmayı seçiyorum. Dışarıdan bakan birinin cahilliğimi düşünmesini umursamıyorum. Sonuçta sırtüstü uzanmayı seviyorum, boğulmayı değil.
Yorumlar
Yorum Gönder